28 Eylül 2012 Cuma

Gişe Memuru


Aslında çok etkilendiğim bir sahne değil ama filmin o sıkıcı havasını (filmin amacı zaten o rutin sıkıcılığı içimize işlemek) dağıtan yerlerden biriydi. Bir iki de vazo, kül tablası kırılaydı iyiydi.

Baba: N'apıyorsun burada? N'apıyorsun burada? İşe niye gitmedin?
Kenan: Geç kaldım baba.
- Geç mi kaldın?
- Evet baba geç kaldım...
- Ulan bir tane siktiriboktan işin var ona da geç kaldın! Yapman gereken tek şey zamanında orada olmak geri zekalı herif! İşine git orada uyu. Alt tarafı oturuyorsun bütün gün olduğun yerde. Devletin parasını yiyorsun. Beceriksiz herif. Ne demek geç kaldım?!
- Baba!
- Bağırma lan! Bağırma bana. Babana ne biçim bağırıyorsun sen? Utanmaz Herif. Kimsin lan sen? Kimsin?
- 10 ver 7 vereyim, biletini keseyim, düğmeye basayım.
20 ver 16 vereyim, biletini keseyim, düğmeye basayım.
50 ver 46 vereyim, biletini keseyim, düğmeye basayım.
Ben buyum baba, gişe memuruyum.

– Gişe Memuru, 2011

25 Eylül 2012 Salı

Bizim Büyük Çaresizliğimiz


Nihal: Orta 3’teydim. Okulun bahçesine bi kitap sergisi kurulmuştu. Sabah ilk ders bizim sınıf öğretmenle birlikte sergiye inmiştik. Öğretmen hepimizden bi kitap incelememizi istemişti. Sonra sergideki görevlilerden biri bana bi kitap uzattı. Böyle uzun saçlı, saçları bağlı bir üniversite öğrencisi. Öyle herkesin hoşlanacağı bi tip değildi ama yakından bakınca gözleri çok güzeldi. Dirseklerini kitaplara dayamış öne doğru eğilmiş bana verdiği kitabı anlatıyordu. Elleri de çok güzeldi. kitapları öyle değişik bi tutuşu vardı ki, böyle sayfaları çevirişi… Her tenefüs sergiye gidiyordum. Tabi onu görmek için. bana yeni bi kitap göstersin diye. Sonra son tenefüs sergiye çıktığımızda baktım toplayıp gitmişler. Kitapların üzerinde sergilendiği pinpon masaları boş, boş sandalyeler, yere düşmüş bi kaç ayraç, buruşturulmuş kağıtlar falan. Kendimi terkedilmiş gibi hissetmiştim. O beni terketmişti. Sonra sınıfa dönüp derste gizli gizli ağladım. Sonra unuttum. O duygular, düşünceler falan silindi. Ama o gün büyüdüm sanki ben. Yani öyle birdenbire büyümek zorunda kaldım. O gün…

Aslında filmden alıntı yapılacak çok paragraf var ama ilk aklıma gelen olduğu için bu kazandı.

– Nihal, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, 2011

6 Ağustos 2012 Pazartesi

İşler Güçler

Leyla ile Mecnun'un yokluğunda ilaç gibi 6 bölüm –henüz– "İşler Güçler" izledim. Çok ters bir anda böyle bir sahneyle karşılaşmam pek manidar oldu, yazmadan edemedim.



Murat Cemcir: Olay Aşkın değil Ahmetçiğim ya ben hâlâ saflığımdan gol yiyorum ya ona yanıyorum. Hacı ağabey öyle kolay değil işte ya. Ben bu hayatta çok çelme yedim Ahmet. Hem de en sevdiklerimden lan. Sıradan insanlar değil yani. Hani dönüp de böyle "N'apıyorsun lan sen n'apıyorsun lan sen!" diyemeyeceğim, kıyamayacağım insanlardı kardeşim. Ben bazen böyle kör olacak kadar çok seviyorum n'apayım. Göremiyorum ki hiç bir şeyi. Karşımdaki canavarlar gözüme o kadar sevimli gözüküyorlar ki kardeşim. Sen onlara bir de benim gözümden baksan... Oğlum ben geçen seneye kadar dünyada gerçekten kötü bir insan olabileceğine inanmazdım ya. Yemin ediyorum bak. Ama işte gözümle gördüm, ikna oldum. Sen şahitsin. İnsan işte gerçekten kötü olabiliyormuş kardeşim. Sebep sonuç ilişkisi aramana gerek yok Ahmet. Olabiliyormuş. Aga, canımızı yakarlar kardeşim kendine dikkat et bak. Bunu yaparken de o kadar büyük zevk alırlar ki var ya. Sen ben dönüp orta hakeme bakmayız bile. Niye biliyor musun? Çünkü bizim için o apaçık penaltıdır. Ama onlar oynamaya devam ederler işte. Sen tevazu yaparsın, onlar gerçek zannederler. Sen, aman efendiliğimi bozmayayım onca yaşanmışlık var dersin, onlar pısıyorsun zannederler. Dedim ya kardeşim onlar için bu sadece bir oyun ya. Ama senin benim için öyle değil ki oğlum ya. Bu bizim hayatımız bu bizim gerçeğimiz lan. Haliyle işte ben de herkese karşı önyargılıyım kardeşim. Gitti bitti işte oğlum. Etrafımda 3-5 tane adam kaldınız lan ben de o yüzden size sıkı sıkıya sarılıyorum işte. Kardeşim gözünü seveyim bak kendine dikkat et Ahmet sen benim için çok değerlisin ya yemin ediyorum bak. Kardeşim diyorum oğlum daha ne diyeyim amına koyayım ya. Takma sen de kafana böyle şeyleri ya.


– Murat Cemcir, İşler Güçler, 6. Bölüm

3 Ağustos 2012 Cuma

Silmarillion



Başlangıçta Eru, Tek olan, Elf dilinde Ilúvatar diye isimlendirilen, düşüncelerinden Ainur'u yarattı; ve onlar, onun huzurunda ulu bir Müzik yaptılar. Bu Müzik'te Dünya vücut buldu; çünkü Ilúvatar Ainur'un şarkısını görünür kılmış ve onlar da karanlığın içindeki bir ışık gibi görüntüyü izlemişlerdi. Ve aralarından çoğu, onun güzelliğinden ve görüntü içinde başlangıcı ve kıvrımlarının açılışıyla gözler önüne sergilediği tarihinden büyülendi. Bu yüzden Ilúvatar onların görüsüne Varlık verdi, onu Boşluk'un ortasında kurdu ve Gizli Ateş, Dünya'nın kalbinde yanması için gönderildi; ve ona Eä dendi.

Sonra Ainur arasında onu arzulayanlar ayağa kalkarak Zaman'ın başlangıcında Dünya'ya girdiler; gördükleri görüntüyü uğraşlarıyla tamamlayıp gerçekleştirmek görevleriydi. Yeryüzü Krallığı'nı, Arda'yı, kararlaştırılan zamanda yaratana de, Elflerin ve insanların düşüncesinin ötesinde bir enginliğe sahil olan Eá diyarlarında uzun süre uğraştılar. Sonra Yeryüzü'nün giysilerine bürünüp içine indiler ve orada yerleştiler.

– J.R.R. Tolkien, Silmarillion

10 Temmuz 2012 Salı

3 Idiots



- Hocam. İzninizle, hocam.
- Joy Lobo Bey!
- Efendim, tören tarihini öğrenebilir miyim acaba, efendim?
- Niye?
- Babam trende yer ayırtmak istiyordu, efendim. Köyümüzden çıkan ilk mühendis benim, herkes törene gelmek istiyor.
- Pekâlâ, ara o halde babanı. Çabuk ol, vaktimi alıyorsun.
- Alo.
- Baba, Dekan Bey seninle konuşmak istiyor.
- Joy!
- Bay Lobo, oğlunuz bu sene mezun olamıyor.
- Ne oldu, efendim?
- Tüm teslim tarihlerini ihlâl etti. Bay Lobo, çok gerçekdışı bir projesi var. Saçma bir tür helikopter yapmaya çalışıyor. Trende yer ayırtmamanızı tavsiye ederim.
- Efendim, çok az kaldı, efendim.
- Proje ödevin hazır mı?
- Bir kere bakın, efendim.
- Yolla, değerlendirmeye alırız.
- Efendim, biraz daha uzatsanız süreyi...
- Neden uzatayım?
- Babam kalp krizi geçirdikten sonra, iki ay ödevlerime odaklanamadım.
- Yemek yemeyi de kestin mi?
- Hayır.
- Banyo yapmayı kestin mi?
- O zaman neden çalışmayı kesiyorsun?
- Efendim, çok az kaldı bitmesine... Bir görün, efendim.
- Bay Lobo! Pazar öğleden sonraydı, oğlum trenden düşüp öldü. Pazartesi sabah, ben gelip ders anlattım. Bana böyle saçma bahaneler sunmayın. Size ancak sempatimi verebilirim, uzatma veremem.
- Efendim... Bitmek üzere...

Joy Lobo - Give Me Some Sunshine:


#
Tüm bu hayat boyunca
Başkasının hayatını yaşadım,
Sadece bir dakika olsun,
Kendi hayatımı yaşasam...
Tüm bu hayat boyunca,
Başkasının hayatını yaşadım,
Sadece bir dakika olsun,
Kendi hayatımı yaşasam...
Biraz günışığı ver bana,
Biraz yağmur.
Bir şans daha ver bana,
Büyüyeyim bu sefer istediğimce.
Biraz günışığı ver bana,
Biraz yağmur.
Bir şans daha ver bana,
Büyüyeyim bu sefer istediğimce.
#

Ve Joy Lobo üzerindeki baskıya dayanamayıp intihar eder...


-
 Haberler iyi, efendim. Ne polis ne de Joy'un babası biliyor. Herkes bunun bir intihar olduğunu sanıyor. Raporda yazan şey: Ölüm Nedeni: Soluk borusuna aşırı baskı uygulanması sonucu nefes alamama. Herkes gırtlağına gelen baskıdan öldüğünü sanıyor.Son dört senedir beynine gelen baskıya ne demeli? Bu, raporda yazmıyor. Mühendisler de zekiymiş hani. Psikolojik baskıyı ölçecek bir makine icat etmediler. Çünkü etselerdi, o zaman herkes bilirdi bunun intihar değil, cinayet olduğunu...

– 3 Idiots, 2009

6 Temmuz 2012 Cuma

Natalie Portman...


Natalie Portman'ın 9 dakika boyunca Chava Alberstein'ın "Had Gadia" şarkısı eşliğinde gözyaşı döktüğü, "Free Zone"un tek güzel sahnesi. Kendisini sevme sebeplerinden sadece biri.



Behzat Ç.


Esra: Niye geldin?
Behzat: Sen niye ağladın?
E: Geçti gitti boş ver.
B: Cık cık cık. Geçmedi, gitmedi. Sen niye ağladın?
E: Behzat, sen akıllı bir adamsın.
B: Mm.
E: Ama konu kadınlara gelince biraz salaklaşıyorsun galiba.
B: Hee!
E: Ben sana diyorum ki; adamlar gelip seni alacak. Gideceksin. Bu işin sonu yok. Belki senelerce tutuklu kalacaksın. Ne zaman döneceğin belli değil, senin umurunda değil. Ağladım, çünkü seninle konuşamadım. Ağladım, çünkü sen beni görmüyorsun. Ve ben seni seviyorum.
B: Ben bunu bilm- bilmiyordum.
E: Bilmiyorsun? Tabi nereden bileceksin? Sen ancak birisi öldüğünde duygusal yaklaşıyorsun. Senin duygu radarına girmek için illa ölmek mi lazım Behzat?
B: Yok... Hay... Yapamam ben.
E: Haklısın, cesaretin olmadan ne yapacaksın ki? Hayatımda tanıdığım en korkak adamsın. Herkese meydan okuyorsun. Ama kendi duygularından korkuyorsun. Geçmişe saplanıp kalmışsın. En büyük felaketler senin başına gelmiş değil mi? En büyük acıları sen çekmişsin ben hiç bir bok bilmiyorum ki. Acı nedir bilmem, yalnızlık nedir bilmem. Dünyanın ekseni kaydı Behzat. 12 santim yerinden oynadı sen bana 1 santim bile yaklaşmadın... Saplantılısın.
B: Hıı, bak ne güzel söyledin. Saplantılıyım ben. Benden bir bok olmaz. Biz seninle hep kavga ederiz. Mutsuz oluruz biz seninle. 
E: Mutsuz olalım ne var? Biz de mutsuz oluruz. Ben seninle mutsuzluğa da varım.

Esra'nın hüzünlü, endişeli bakışlarıyla Behzat, şarabını tek dikişte bitirir. Bir an Esra ile göz göze gelir ve sabahlığından tutup kendine doğru çeker. Olaylar gelişir...

– Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi, 30. Bölüm

Amadeus


Bir sonraki ve en kasvetli operasından korkunç bir hayalet yükseldi. Sahnede, ölü kumandanın silueti duruyordu. Biliyordum. Sadece ben o korkunç hayaletin ölüler diyarından gelen Leopold olduğunu anladım. Wolfgang aslında kendi babasını oğlunu tüm dünya önünde suçlamaya çağırıyordu. Bunu izlemek dehşet verici ve harikaydı. Ve şimdi delilik içimi sarmaya başlıyordu. İkiye bölünen bir adamın deliliği. Nüfuzumu kullanarak, Don Giovanni'nin Viyana'da yalnızca beş defa sahne almasını sağladım. Ama gizlice, o beş seferin hepsine gittim. Sadece benim anlayabileceğim o müziğe tapıyordum. Orada öylece durup o buruk yaşlı adamın mezardan bile hâlâ zavallı oğluna nasıl hükmettiğini anladığımda nihayet Tanrı'yı yenmenin bir yolunu, korkunç bir yolunu buldum...

- Bay Mozart? Size bir beste sipariş etmeye geldim.
- Ne bestesi?
- Bir ölüm ayini.
- Ne ölüsü? Kim öldü?
- İlahi bir duayı hak eden ama hiç alamayan bir adam.
- Sen kimsin?
- Ben sadece elçiyim. Kabul ediyor musunuz? Maddi olarak tatmin edileceksiniz. Kabul ediyor musunuz?
- Evet.
- Hızlı çalışın ve kimseye bu işten bahsetmeyin. Beni yakında tekrar göreceksiniz.

Planım öylesine basitti ki beni dehşete düşürüyordu. Önce ölüm ayinini almalı ve ardından onu öldürmeliydim. Cenazesi. Düşünsene. Bütün Viyana Katedral'de oturuyor. Mozart'ın küçük tabutu tam ortada. Sonra o sessizlikte müzik, ilahi bir müzik her yanı kuşatıyor. Muhteşem bir ölüm ayini. Wolfgang Mozart'ın ölüm ayini. Besteleyen, sadık dostu... Antonio Salieri. Bu ne yücelik. Bu ne derinlik. Bu ne tutkulu bir müzik. Sonunda Salieri'ye ilahi ilham verildi ve Tanrı dinlemeye zorlandı. Bunu durduracak gücü yok.
Sonunda bir kez olsun ben ona gülüyorum. Beni endişelendiren tek şey, gerçekten cinayet işlemekti. Biri bunu nasıl yapar? Bir insan nasıl öldürülür? Hayal edilecek bir şey. Bunu kendi ellerinle yapmak zorunda olduğun zamansa çok farklı.

– Antonio Salieri, Amadeus, 1984

Watchmen


Rorschach'ın günlüğü. 16 Ekim 1985: 

42. Cadde: Kadın göğüsleri tüm reklam panolarını, tüm vitrinleri kaplıyor, kaldırımı kirletiyor. İsveç ve Fransız aşkı teklif edildi, Amerikan aşkı değil. Amerikan aşkı; yeşil cam şişelerdeki kola gibi... Artık yapmıyorlar. Mezarlığa giderken Moloch'un hikayesini düşündüm. Tümüyle yalan olabilir. Parmaklıklar arkasında geçirdiği on yıl boyunca tasarladığı planın parçası olabilir. Ama doğruysa ne olur? Bir adayla ilgili kafa karıştırıcı ipucu. Bir de Dr. Manhattan'la... Tehlike altında olabilir mi? Bir sürü soru. Boşver. Cevaplar yakın. Hiçbir şey çözümsüz değil. Hiç birşey umutsuz değil. Hayat devam ettikçe. Mezarlıkta, sıra sıra duran tüm beyaz haçlar, dev skor tabelasındaki küçük tebeşir izleri. Saygımı son kez, üzülmeden dile getirdim.

Edward Morgan Blake 1924'te doğdu. Kırkbeş yıllık komedyen. 1985'te yağmurda gömüldü. Bize olan bu mu? Dostlara ayıracak zamanın olmadığı, mücadeleyle dolu bir hayat ki sona erdiğinde, sadece düşmanlarımız kırmızı gül bırakıyor. Şiddet dolu hayatlar, şiddetle sona eriyor. Banknot, Siluet, Yüzbaşı Metropolis... Asla yatakta ölmüyoruz. Buna izin yok. Belki kişiliğimizdeki bir şey? Bizi biz yapan, savaşmaya ve mücadeleye yönlendiren şey hayvani bir içgüdü mü? Önemi yok. Yapmamız gerekeni yapıyoruz. Başkaları kafalarını düşkünlük ve zevkin şişkin memelerinin arasına gömüyor, analarının altında sığınacak yer ararken ciyaklayan domuzcuklar gibi ama sığınacak yer yok... ve gelecek ekspres tren gibi hızla geliyor.

Blake anladı. Ona şaka muamelesi yaptı ama anladı. Toplumdaki çatlakları ve onu bir arada tutmaya çalışan maskeli küçük adamları fark etti. Yirminci yüzyılın gerçek yüzünü gördü ve onun bir yansıması, bir parodisi olmayı seçti. Başka kimse şakayı anlamadı. Bu yüzden yalnızdı.

Bir fıkra duymuştum. Adamın biri doktora gitmiş. Bunalımda olduğunu söylemiş. Hayat sert ve acımasız görünüyor demiş. Geleceğin silik ve belirsiz olduğu, tehditkâr bir dünyada, yapayalnız olduğunu hissettiğini söylemiş. Doktor da demiş ki "Tedavisi basit. Büyük palyaço Pagliacci bu gece gösteri yapacak. Git ve onu izle. Bu, moralini düzeltir." Adam gözyaşlarına boğulmuş. Demiş ki "Ama doktor... Ben Pagliacci'yim." Güzel fıkra. Herkes gülüyor. Davul Çalıyor. Ve perde.

– Rorschach, Watchmen, Bölüm 2