25 Mart 2014 Salı

Doctor Who - The Pandorica Opens (S05-E12)



Evrenin en güçlü varlığının içinde olduğuna inanılan Pandorica Kutusu'nun; İngiltere'deki Salisbury Düzlüğü'nde, Stonehenge'nin altında olduğunun öğrenilmesiyle Doctor'un onlarca azılı düşmanı kutuyu ele geçirmek için ordularıyla birlikte uzay gemileriyle gök yüzünde tetikte beklemektedir. Taşların tam ortasında elinde megafon ile konuşmaya başlayan Doctor, arkadaşlara şöyle seslenir:






"Merhaba Stonehenge! Pandorica'yı kim ele geçirirse, evreni de ele geçirir. Ama kötü haber millet... Bakın burada "kim" var? Dinleyin, sizler, hepiniz etrafta vızıldayıp dikkatimi dağıtıyorsunuz. Hepiniz bir dakika durabilir misiniz? Çünkü ben konuşuyorum! Esas soru şu, Pandorica'yı kim alacak? Cevap; ben alacağım. Sıradaki soru, benden almaya kim gelecek? Hadi ama! Bana bir bakın, planım yok, desteğim yok, işe yarar bir silahım yok. Bir şey daha, kaybedecek hiç... hiç bir şeyim yok! Eğer yukarıda ki aptal gemilerinizde, aptal silahlarınızla oturuyorsanız ve Pandorica'yı bu gece almak gibi bir planlarınız varsa karşınızdakinin "kim" olduğunu unutmayın. Sizi durdurduğum her kara günü hatırlayın. Ve sonra, ve sonra akıllıca olanı yapın; önce başkasının denemesine izin verin!" - Doctor Who


20 Mart 2014 Perşembe

Dear Esther


"Birisi öldüğünde, ölmek üzereyken veya çok hastayken kalan azıcık umutlarını da kaybedince, tepeye parallel çizgiler çizip, alttaki kireç taşını açığa çıkarırlarmış. Doğru gözlerle onları anakaradan veya balıkçı teknelerinden görüp, yardım mı göndermek yoksa soyutlanmak mı gerektiğini, ve tepe yollarında kol gezen bu salgının sahipleriyle birlikte ölüp gitmesi için bir nesil beklemeniz gerektiğini bilebilirsiniz. Benim çizgilerim sadece şunun için: Bütün muhtemel kurtarıcıları körfezde tutmak. Enfeksiyon sadece etten ibaret değil." -Anlatıcı

Garip nesnelerin, çizimlerin etrafa yayıldığı bir adada tek başınıza dolaştığınızı düşünün. Dalgaların ve rüzgarın çıkardığı seslerin yalnızlığınızı pekiştirdiği, bazen de o kulağınıza fısıldanan cümlelerin anlamını çözmeye çalıştığınız bir ada. Sevgili Esther'ın hikayesinin son durağı. 

İki saat süren, film izlemekten, oyun oynamaktan, kitap okumaktan çok farklı bir deneyim yaşatan; oyun adı altında sunulan bir şey "Dear Esther". Bir deniz fenerinde başlayıp radyo kulesinde biten, her oynayanın farklı bir anlam çıkarabileceği bir şey. Yolda gördüğünüz eşyalar, imgeler, semboller ve ara sıra bir adamın sanki mektuptan alıntıymış gibi duran cümlelerini duyarak neden orada olduğunuzu çözmeye çalıştığınız, arka planda çalan müthiş müzikler ile garip duygulara sürüklendiğiniz bir şey.

Sahil kenarında eskimiş bir araba kapısı. Terkedilmiş, yıkık bir barakadaki kanlı ameliyat aletleri. Suya düştüğünüzde gözünüzün önünden geçen otoyolun ortasında kaza yapmış bir araba. Zaman zaman görünüp kaybolan insan siluetleri. Gemi yapıp suya bırakılmış mektuplar. Ve sonunda çıktığınız radyo kulesinden aşağı atlayıp, tam yere çarpacakken martı olup okyanusa doğru uçmanız. 

Peki nedir burası, bunlar? Bana göre trafik kazası geçirerek komaya giren Esther'ın biliç altı. Duyduğumuz cümleler ise kocasının hastanede başucunda otururken, kendisine yazıp okuduğu mektuplardan paragraflar.

Peki neden buradayız? Çünkü Esther kaza anında arabayı kocası kullandığı için kendisini suçladığını biliyor ve onu bu pişmanlıkla bırakıp gitmek istemiyor. O yüzden bir şekilde anılarıyla bu adayı bilinç altında yaratıyor ve burada sıkışıp kalıyor.

Peki ne oluyor? Zaman geçtikçe kocasının sevimli anıları bırakıp isyan edercesine söylediği cümleler. Duvarlarda ki sanki tanrı tarafından yazılmış gibi duran "ışık sana yol gösterecek" temalı cümleler adeta artık vaktinin geldiğini anlatıyor. Ve Esther radyo kulesinden atlayarak bir martı olup adayı terk ediyor...

...Mu acaba? Aslında gerçekten neler olduğunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz. Biz de sadece anlayabildiğimiz kadarıyla yetineceğiz.

Beyond: Two Souls


"Garip bir yetenek ile doğdum ya da ne derseniz işte. Ama bu daha çok bir lanet. Hayatımı mahveden, beni bugün olduğum kişi yapan. Ucube, hata, nefret edilen..." -Jodie Holmes

Video oyunları çok nadir insanın içine işleyen senaryolarla gelir. Genelde kaç adam öldürdüğünüzle, kaç kez başarılı zıplayış yaptığınızla sizi sevindirmeye, heyecanlandırmaya çalışırlar. "Beyond" bu standardın arasından sıyrılıp gelen nadir oyunlardan biri. Aslında tam olarak oyun denemez. "İnteraktif film" Beyond ve benzeri oyunlar için türetilmiş bir tabir. Size izin verildiği kadarıyla; hikayeyi yönlendirdiğinizi, yol ayrımında sağdan mı yoksa soldan mı gideceğinize sizin karar verdiğiniz bir film düşünün. Bir partiye gittiğinizde sizi ucube diye dışlayıp merdiven altındaki ufak odaya hapseden ergenlere cezasını vermeyi mi yoksa çekip gitmeyi mi istersiniz? Karar sizin... Tabii bunun doğuracağı sonuçlara ileride katlanmak zorunda kalacağınızı da unutmayın.

Yine bir "Quaintic Dream" yapımı olan "Fahrenheit" ve "Heavy rain"i çok seven biri olarak müthiş bir heyecanla bekledim Beyond: Two Souls'u. Ön sipariş ile alıp, satışa sunulduğu ilk gün kargonun bana gelmesini beklemeden sabahın köründe gidip bürodan kendim teslim aldım. Öğlen 11'de başlayan maceramız akşam 11'de bitti. Bir solukta oynadım. 

Yaklaşık 12 saat oynamanın ve hikayenin etkisiyle oyun dünyasının önde gelen sitelerinin ortalama 6 puan vermesine epey sövdüm. Böyle müthiş bir oyuna nasıl bu kadar düşük puan verdiklerine anlam veremedim. Acaba ben mi bir şeyleri kaçırıyorum diye düşündüm. Hakkında bolca eleştiri, yorum okudum. Sonunda oyunu kafamda bir yere oturttum. Şöyle açıklayayım:

Kahramanımız Jodie (Ellen Page) doğuştan bir yetenek sahibi. Yanında kendisine bir şekilde bağlı olan, sadece kendisinin duyup, konuşabildiği Aiden isimli varlık ile yaşıyor. Zaman zaman çatışsalar da aralarında çok güçlü bir bağ var. Oyunda istediğimiz zaman Aiden'ı kontrol edip Jodie'ye yardım ediyoruz. Eşyaları fırlatmaktan, insanları kontrol etmeye kadar bir çok şeye müdahale edebiliyoruz. Elbette bu Jodie'yi farklı, özel yaptığı için "normal" insanlar tarafından dışlanıyor. Hikayemiz de Jodie'nin bir araştırma biriminde gözetim altında tutulmasıyla başlıyor. Burada Jodie ile araştırmacı doktorumuz Nathan (Williem Dafoe) arasında baba-kız ilişkisi oluşuyor. Kendisinin CIA'e katılmasından, sokakta dilencilik yapmaya, ıssız çöllerden kuzey kutbuna kadar uzun bir süreç geçiyor. Bin bir türlü maceraya atılıyoruz. Bir yandan da hikayenin düğümlerini çözüyoruz. Ve sonunda sizi hoşlandığınız adamdan bile kıskanan bu varlığın, Aiden'ın aslında doğumda ölen ikiz kardeşiniz olduğunu ve ruhunun bir şekilde size bağlandığını öğreniyoruz.

Bir kere hikaye çok güzel. Hikayeye etki edebilmek, sonuca çok farklı yollardan varmak. Bunlar son iki Quantic Dream oyunundan alışkın olup sevdiğimiz kısımlar zaten. Bununla ilgili bir örnek vermek istiyorum: 

Henüz oyunun başındaki büyükelçilik bölümünde, Jodie'nin Aiden'ın yardımıyla kasadaki belgeyi okuma görevi. Eminim bir çoğunuz benim gibi Aiden ile kamerayı durdurup, şeyhin odasına gidip, kasayı açıp belgeyi okumuşsunuzdur. Biraz zahmetli ama temiz bir yol değil mi? Peki o sahnenin şöyle de oynanabileceğini biliyor muydunuz?


Ben bunu görünce mal oldum. Kim bilir daha neler vardır diye oyunu tekrar oynayasım geldi. İşte bu sebepten bu oyunu aylarca heyecanla bekledim. 

Tabii bu oyunun iyi kısımlardan biri. Kötü kısmı daha önce onlarca kez belirtilen, son iki oyundaki gibi "oynanabilirlik" kısmının ve finale etki eden karar kısımlarının zayıf olması. Pek göz ardı edilebilecek unsurlar olmadığı kesin. Ama biraz da tercih meselesi. Beni çok rahatsız ettiğini söyleyemem. Her ne kadar oyun olmaktan çıkıp filme daha çok yaklaşmış olsa da... "Otur film izle o zaman pezevenk" dediğinizi duyar gibiyim ama hikayede rol almak ve hikayeyi az da olsa şekillendirmek beni tatmin etti diyebilirim. 

Yani 6 puan verenleri de 10 puan verenleri de anlıyorum. Bana yaşattığı duygular için kendisine puanım 10'dur. (Sanki seviştik)